AYM’den Aynı Hukuk İlkelerine İki Farklı Yaklaşım

Anayasa Mahkemesi, 21.08.2020 tarihinde Resmi Gazete yayınlanan bir kararında, İstanbul Zeytinburnu ilçesindeki taşınmazlarına kamulaştırma kararı olmadan el konulan Suriye ve Haşimi Krallığı vatandaşı Antonio Balit, Georges Balit, Sami Balit, Samon Aida Said Rashid Balit’in, yargıya başvurmaları sonucunda mülkiyet haklarının ihlal edildiğine karar verdi.

Anayasa Mahkemesi el konulan taşınmazların durumunun bir mülkiyet hakkı sorunu olup olmadığı yönünde karar vermezken, başvuruculara mirasçılık belgesi verilmemesi yönündeki şikayetin mülkiyet hakkı ihlali olduğuna karar verdi. Yerel mahkeme ve Yargıtay, Suriye ve Türkiye arasında mütekabiliyet anlaşması bulunmadığından dolayı başvurucuların hak talebinde bulunamayacakları yönünde karar vermiş, bunun üzerine, Anayasa Mahkemesi’ne başvuruda bulunulmuştu. 

Anayasa Mahkemesi, kararında ‘’gerekçeli karar hakkı’’na atıf yaparak;  ‘’Sonuç olarak yerleşik içtihattan ayrılmak suretiyle karşılıklılık ilkesi bulunmadığı belirtilerek başvuruculara mirasçılık belgesi verilmemesinin kanuni dayanağının derece mahkemelerince makul ve yeterli bir gerekçe ile ortaya konulamadığı görülmektedir. Bu hâliyle ilgili Kanun’un somut olayda belirli ve öngörülebilir bir şekilde uygulanmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla mirasçılık belgesi verilmemesi suretiyle başvurucuların mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin öngörülebilir bir kanuni dayanağının bulunmadığı değerlendirilmiştir. Varılan sonuca göre müdahalenin meşru bir amacının veya ölçülü olup olmadığının değerlendirilmesine gerek görülmemiştir’’ dedi.

Anayasa’nın, yargı erkinin düzenlendiği Üçüncü Bölümünde yer alan 141. maddesinin 3. fıkrası, “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli olarak yazılır” hükmünü içermektedi

AİHS’in adil yargılanma hakkını düzenleyen 6. maddesinde gerekçeli karar hakkı açıkça yer almamaktadır. Buna karşılık AİHM, demokratik toplumda tuttuğu çok önemli yer nedeniyle dar yorumlanmasının amacına uygun olmayacağını ifade ettiği AİHS’in 6/1 hükmüne ilişkin olarak, mahkemelerin kararlarında gerekçe vermekle yükümlü oldukları yorumunda bulunmaktadır.

Anayasa Mahkemesi bu kararında isabetli bir şekilde bu ilkeye atıfta bulunurken, öte yandan başta terör soruşturmaları olmak üzere ceza yargılamasında yerel mahkemelerin verdiği hemen her kararda gerekçeli karar hakkının ihlal edilmesine dair taleplere ilişkin henüz bir kabul kararı vermedi. Ceza yargılamalarında başta tutuklamayı düzenleyen CMK 100. Olmak üzere birçok kanun hükmü gerekçeli karar hakkının ihlali suretiyle uygulanmaktadır. CMK 100. Maddede tutuklamanın somut delillere dayanması gerektiği düzenlenmiş olmasına rağmen, uygulamada ‘’mevcut delil durumu, yargılamanın geldiği aşama’’ gibi basma kalıp ifadelerle, tutuklama kararına gerekçe olabilecek hiçbir somut delil ortaya konmadan tutuklama kararları verilmektedir. 

Anayasa Mahkemesi bu kararında gene çok önemli bir hukuk ilkesi olan ‘’hukuk güvenliği ve hukuki belirlilik ilkesine’’ atıfta bulunarak; ‘’Hak ve özgürlüklerin, bunlara yapılacak müdahalelerin ve sınırlandırmaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen, hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından biridir (Tahsin Erdoğan, B. No: 2012/1246, 6/2/2014, § 60). Kanunun varlığı kadar kanun metninin ve uygulamasının da bireylerin davranışlarının sonucunu öngörebileceği kadar hukuki belirlilik taşıması gerekir. Bir diğer ifadeyle kanunun kalitesi de kanunilik koşulunun sağlanıp sağlanmadığının tespitinde önem arz etmektedir (Necmiye Çiftçi ve diğerleri, B. No: 2013/1301, 30/12/2014, § 55). Müdahalenin kanuna dayalı olması, müdahaleye ilişkin yeterince erişilebilir ve öngörülebilir kuralların bulunmasını gerektirmektedir (Türkiye İş Bankası A.Ş. [GK], B. No: 2014/6192, 12/11/2014, § 44)’’ dedi.

Hukuki güvenlik ve belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Bu bakımdan, kanunun metni, bireylerin, gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde olmalıdır. Dolayısıyla, uygulanması öncesinde kanunun, muhtemel etki ve sonuçlarının yeterli derecede öngörülebilir olması gereklidir, nitekim bu konuda Anayasa Mahkemesinin bir başka kararında ( E.2012/116, K.2013/32, K.T. 28/2/2013 ) bu hususlar açıkça ifade edilmiştir.

Ancak özellikle fetö yargılamalarında, yasalara uygun olarak kurulmuş, banka, sendika, okul gibi kuruluşlarla irtibatlı olmak veya o tarih itibariyle yasal olarak kabul edilen bir takım eylemlerin daha sonra yasa dışı kabul edilmesi, “Terör örgütlerine veya Milli Güvenlik Kurulunca Devletin milli güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi “ KHK ile kapatılan kurum ve kuruluşlarda çalıştığı, üye olduğu veya başka herhangi bir şekilde ilişki içerisine girdiği için başkaca delil olmadan silahlı terör örgütü üyesi olarak suçlanması hukuki güvenirlik, belirlilik, öngörülebilirlik ilkelerine aykırıdır. Ancak Anayasa Mahkemesi bu şikayetlerle önüne gelen binlerce dosyada da henüz bir hak ihlali kararı vermedi. Anayasa Mahkemesi’nin iki farklı tutumu yargının yürütme erkinin kontrolünde olduğu gerçeğini bir kez daha açıkça ortaya koymaktadır.