Bir Devlet Geleneği Olarak Mülke El Koyma – II

VARLIK VERGİSİ VE SONUÇLARI

EREN FAHRETTİNOĞLU

Yazı dizimizin ilk bölümünde, Ermeni Tehcirinden sonra Anadolu’nun birçok yerinde Ermenilerden kalan malvarlığına Devlet tarafından el konularak tasfiye edilmesi konusuna değinmiştik. Ana başlıklar halinde kısaca ele aldığımız bu uygulama tarihimizde ilk olmadığı gibi ne yazık ki son da olmayacaktı. Temelinde ırkçı bir milliyetçilik ile devletin kutsandığı bir dünya görüşüne dayanan ideolojik devlet anlayışı bu tür uygulamaları meşru ve hatta bir gereklilik olarak görüyordu. Bunun için ahlaki ve insani evrensel değerlere uygun olması, meşruiyetini sağlayan  uluslararası anlaşma, kural ya da teamüllere dayanması gerekmiyordu. Devletin ya da devlet sanılan unsurun soyut bir tehdit algılamasının varlığı yeterliydi.   

Osmanlı’nın yıkılmasından sonra elde kalan topraklarda yani Anadolu yarımadası üzerinde kurulan yeni devletin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak konuldu. Bu Devlet, adının başında Türk ismini taşıyan ve yönetim biçimi olarak da Cumhuriyet rejimiyle yönetilen ilk Türk devletiydi. Kurucu/resmi ideolojisi Türk milliyetçiliğine, modern ve laik dünya görüşüne dayanıyordu. Büyük bir savaşın ardından yaşanan işgal ve sonrasında kazanılan Ulusal Kurtuluş Savaşı, devletin ideolojisini şekillendirmede kullanılan temel hareket noktasıydı. Yapılan modernleşme, çağdaşlaşma ve bütün yenilik hareketleri motivasyonunu bu savaştan alıyordu. Yeni rejimin ideolojik meşruiyeti neredeyse tamamen bu savaşın üzerine yıkılmıştı. Osmanlı’nın yüz elli yıllık modernleşme çabalarına rağmen, bu bakiye reddi miras yapılarak hızlı bir şekilde yepyeni bir millet ve milli kimlik inşa edilmeye başlandı. Ancak bu sanıldığı kadar kolay olmadığı gibi yaşanan büyük kırılmalar ve bu nedenle oluşan siyasi gelenek sistemin hiç bir zaman demokratik olmasına izin vermedi.        

İmparatorluktan elde kalan topraklarda tam bir egemenlik sağlamak için, hem nüfus hem de ekonominin Türkleştirilmesi şarttı. Kurtuluş Savaşı sonunda, işgalden kurtarılan İzmir’de, nüfusun çoğunluğunu oluşturan gayrimüslim nüfusundan  neredeyse kimse kalmadı. Bununla gurur duyuluyordu. Milli bir ekonomi yaratmak için önce millet olmak gerekiyordu. Millet; etnik bir kimliğe, ırka dayanmalıydı. Anadolu Türk olmalıydı. Tek dille konuşan, bir düşünen, aynı hissi taşıyan bir memleket yaratılmalıydı. ‘Vatandaş Türkçe konuş!’ kampanyası başlatıldı. Başka dilleri konuşmak  yasaklandı. İskan yasaları çıkarıldı;  insanlar, has Türkler, Kürtler ve gayrimüslimler olarak üç kategoriye ayrılıp zorunlu ikamete gönderildi. Türk ırkından olmayanların bazı mesleklerde çalışmaları engellendi.


Bütün bu icraata rağmen bir türlü ekonominin tam olarak Türkleştirilmesi başarılamamıştı. II. Dünya Savaşı’nın zor koşullarında özellikle İstanbul’da ekonominin can damarları hala gayrimüslimlerin elindeydi. Bu durum rejimin muhafızlığına soyunmuş bir zümrede ciddi rahatsızlığa neden oluyordu, Türk yurdunda, Türk olmayanların Türklerden zengin ve müreffeh olması düşünülemezdi, bu ‘’sözde’’ adaletsizliğin izalesinin bir yolu bulunmalıydı. 

II. Dünya Savaşı, Avrupa’yı kasıp kavuruyor; Avrupa devletleri Nazi Ordusu karşısında birer birer teslim oluyordu. Almanlar Trakya sınırına kadar dayanmıştı. Türkiye savaşa girmedi, ama işgalin topraklarımıza uğrama riski göz ardı edilemezdi. Savunma için gerekli hazırlıklar yapılmalı, önlem olarak ordu muhtemel bir saldırıya karşı hazır tutulmalıydı. Bu amaçla çok sayıda yeni asker alımı, ordu ve silah sevkiyatı da dahil olmak üzere alınan askeri önlemler ve savaş ekonomisi kamu maliyesini zayıflatmış, bütçe çok büyük açıklar vermeye başlamıştı.  

1942 yılının yaz başlarında hazırlanan Varlık Vergisi Kanunu ile bir defaya mahsus olmak kaydıyla büyük bir servet vergisi getirilecek ve toplanan bu parayla mali kriz aşılacaktı. Ancak bu verginin asıl mükellefi gayrmüslimler olacaktı. Yani hedef kitle onlardı. Asıl sebep olan servetin el değiştirmesi için bundan daha iyi bir fırsat olamazdı. Ayrıca büyük oranda İstanbul’da yaşayan gayrımüslim esnaf ve tüccar, bu dönemde fevkalade kazanç temin ediyor; oluşturdukları spekülatif piyasada belirledikleri yüksek fiyatlarla büyük vurgunlar yapıyorlardı. Devlet denilen mekanizma böyle düşünüyordu. Buna tahammül edilemezdi..!

Hızlı bir şekilde çalışmalara başlandı. O zamanki medyanın da koşulsuz desteği ile aylarca süren kampanyalar sonucunda azınlıkların ülke ekonomisine zarar verdikleri, onların yüzünden savaş koşullarının yarattığı ekonomik krizin daha da derinleştiği algısı oluşturuldu. Azınlıklar kesinlikle bundan sorumlu, hatta suçluydular…

Nihayet beklenen sona gelindi ve 12 Kasım 1942 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu yürürlüğe girdi. Ancak Kanun, Maliye Biliminin vergilendirme ile ilgili yerleşik bütün teori ve kurallarına tamamen aykırıydı. Çünkü Devlet böyle bir zamanda kurallara uyarak zaman kaybetmek, mükelleflerin çeşitli yöntemlerle mal kaçırmalarına göz yummak lüksünde değildi..!

Verginin hangi matrahtan ne oranda alınacağı belli değildi (4305 s. Kanun md. 3). Vergi miktarının belirlenmesi tamamen kurulacak komisyonların takdirine bırakılıyordu. Ayrıca mükelleflere bilinen usulle yani posta ya da memur vasıtasıyla tebliğ yerine doğrudan ilan yoluyla tebligat yapılacaktı. Mükellef olanlar kendileri gidip ilanlardan bunu öğreneceklerdi. En ilginç olanı ise dava ve itiraz yolunun kapalı olmasıydı (md. 11). Adına vergi tahakkuk eden mükellef haklı bile olsa buna karşı dava açamayacak, hakkını arayamayacaktı. Olayın zaman kaybına tahammülü olamazdı.

Gariplikler bunlarla da sınırlı değildi. Örneğin, kanunda yazılı onbeş günlük ödeme müddeti bitmeden, yani mükellefin daha henüz ödeyip öde(ye)meyeceği bile belli olmadan malına ihtiyati haciz konulabilecekti (md. 12). En korkutucu olanı da mükellefle birlikte oturan birinci ve ikinci derecedeki hısımlarının malvarlığı doğrudan teminat hükmünde sayılıyordu. Vergi borcu ödenmediği takdirde alacaklı tahsil dairesine bu kişilerin mallarını da doğrudan satma yetkisi veriliyordu (md 14). Nihayet alınan bütün önlemlere rağmen borç yine de ödenmezse, Devlet tarafından belirlenen yerlerde, borç tamamen ödeninceye kadar borçlular çalışmakla yükümlü tutuluyordu (md 12). Çıkarılan yasa yerleşik hukuk uygulamaları ve vergilendirme kriterlerine tamamen tersti, o dönemde İstanbul Üniversitesi’nde Maliye Hocası olan Prof. Dr. İ. Fazıl Pelin, kanun çıktıktan sonra kanunu hazırlayan dönemin İstanbul Defterdarı M. Faik Ökte’yi arayarak ”… Oğlum siz toptan deli mi oldunuz!” diye çıkışacaktı.

Varlık Vergisi komisyonları hızlı bir şekilde çalışmaya başladı. Kanunda öngörülen bir aylık süre içerisinde çalışmalar bitmeli, mükellef listeleri ve borç tutarları hazırlanmalıydı. Burada en önemli husus, verginin mükelleflerinin ve servet tutarlarının belirlenmesiydi. Bunun ihmale gelir bir tarafı yoktu. Zaten başka türlü vergide adaleti sağlamak mümkün değildi..! Komisyonlar, milli bankalardan, partiden, emniyetten, güvenilir tacirlerden mükelleflerle ilgili bilgileri topladı. Bir ay içerisinde borç tutarları netleştirildi ve 17 Aralık 1942’de listeler defterdarlıklara asılmak suretiyle vergiler ilanen tebliğ edildi. Bir gün sonra da on beş günlük ödeme süresi dolmadan, yani henüz ödenip ödenmediğine bakılmaksızın bütün borçluların malvarlığına ihtiyati haciz konuldu.

Verginin mükellefleri arasında bazı Türkler ve yabancı uyruklu (Alman, İngiliz, Amerikan) tüccarlar da bulunuyordu. Ancak Türk kökenli tüccarlar için bu vergi makul seviyelerde uygulandı, zaten hedef kitle onlar değildi. Yabancı tüccarların vergileri ise araya bu ülkelerin diplomatik temsilciliklerinin girmesi sonucu makul seviyeye çekildi, bazıları tamamen silindi. Fakat gayrımüslimler adına tahakkuk eden vergiler, Türk kökenli tüccarların en az beş katıydı. Hatta çoğu için bu vergi on veya on beş kat olarak uygulandı. Doğal olarak vergiyi çoğu mükellef nakit olarak ve defaten ödeyemedi. Ödeyemeyen ve mal varlığı borcunu karşılamaya yetmeyenler, 1943 yılının Ocak ayından itibaren Erzurum’un Aşkale İlçesi ile Sivrihisar’da ki çalışma kamplarına gönderildi, toplam yaklaşık 1400 kişi orada Devletin gösterdiği işlerde bir yıla yakın çalıştırıldı.

Varlık Vergisi kanunu ile toplam 314.900.000 TL vergi tahsil edildi. Bu meblağın %70’i Anadolu’dan toplandı. Toplam tahsilat, 394 milyon TL olan 1942 devlet bütçesinin %80’ini buluyordu. O döneme ait mevcut verilere göre piyasada tedavülde olan paranın (emisyon hacmi) yaklaşık 720 milyon lira olduğu göz önüne alındığında, olayın boyutları daha iyi anlaşılabilecektir.

9-13 Eylül 1943 tarihlerinde New York Times gazetesinde Cyrus Sulzberger imzasıyla Türkiye’deki Varlık Vergisi uygulamasını eleştiren bir dizi yazı çıktı. Bu yazılardan hemen sonra 17 Eylül’de toplanan TBMM, henüz tahsil edilmemiş olan Varlık Vergisi borçlarının silinmesine karar verdi. Aralık ayının ilk günlerinde Aşkale ve Sivrihisar sürgünleri yaklaşık on aylık esaretten sonra evlerine gönderildi. 

Kanun yürürlüğe girdikten on altı ay sonra 15 Mart 1944 tarihinde kaldırıldı. Amacına  fazlasıyla ulaşmıştı. 1935 sayımında Türkiye nüfusuna oranı %1,98 olan gayrımüslim azınlıklar, vergiden sonra başlayan göç nedeniyle 1945’te %1,56’ya ve 1955’te %1,08’e düştü. 1   Devlet erkanının keyfine diyecek yoktu. Bir taşla neredeyse kuş katliamı yapmışlardı. Bütçe açığı kapatılmış, sermaye millileştirilmiş (!), azınlıkların ekonomideki etkileri azaltılmış, yerli tüccara sermaye ve güven verilmiş, ayrıca hala ülkede kalmakta ısrar eden azınlıklara da ciddi bir göz dağı verilmişti.

Bu olaydan bir süre sonra Defterdar M. Faik Ökte, yapılan uygulamanın bütün ayrıntılarını, yazdığı bir kitapta anlattı. Kitap 1951 yılında yayımlandı. Olaya bizzat en yakından tanık olan birinin ayrıntılı ve yalın bir şekilde hem de kısa sayılbilecek bir süre sonra böyle bir kitap yayınlaması ve nedametini dile getirmesi oldukça ilginçtir. Ancak bir kere olan olmuştur… Tarihin geri dönülmez ve telafi edilemez yanlışlarından biri daha yaşanmış; giderek kurumsallaşan ve bir devlet geleneği halini alan, kitlesel ve hukuk dışı  olarak mülke  el koyma vakalarının en önemli kilometre taşlarından bir daha döşenmiştir. 2


1 https://tr.wikipedia.org/wiki/Varl%C4%B1k_Vergisi

2 Ayrıntılı bilgi için bkz. M. Faik ÖKTE; Varlık Vergisi Faciası, Nebioğlu Yayınevi, İstanbul (1951)