Bir Devlet Geleneği Olarak Mülke El Koyma -1-

YAZI DİZİSİ

BİR DEVLET GELENEĞİ OLARAK OSMANLIDAN GÜNÜMÜZE MÜLKE EL KOYMA

EREN FAHRETTİNOĞLU

-1- TEHCİR SONRASI ERMENİ MÜLKLERİNE EL KOYMA

Osmanlıdan günümüze yakın tarihimizde devlet, temeli İttihatçılarca atılan devletin kuruluş felsefesine aykırı bir gelişme gösteren toplumsal grupları hedef haline getirip, en acımasız yöntemlerle o topluluğu cezalandırarak, istedikleri çizgiye getirmek gibi bir geleneğe sahiptir.

17/25 Aralık ile başlayan ve 15 Temmuzdan sonra zirveye ulaşan süreçte devletin hizaya çekmek istediği toplumsal grup Gülen hareketi olmuştur. Devletin bu cezalandırma sürecinin en bariz yanlarından biri de, ötekileştirilen bir topluluğun mal varlıklarına el konulması, sonra da onların devlet eliyle dağıtılması ve satılması olmuştur. Gülen hareketiyle ilgili süreçte, on milyarlarca dolar değerinde binlerce şirkete, yüzlerce okula, çok sayıda medya kurumuna ve sayısız mülke el konuldu. Bunların bir kısmı devredildi, büyük bir kısmı satıldı. Kalanları da akibetlerini beklemektedir. Yargı yerleri artık hak arama mercileri olmaktan çıktığı için  mağdurların şu an için davalarını uluslararası mahkemelere taşımanın dışında bir yol görünmemektedir.

Konumuz bu süreçte yaşanan mağduriyetleri ve olası çözüm yollarını inceleyip tartışmak değildir. Bununla ilgili sosyal medyada ve internet üzerinde yayınlanmış çok sayıda inceleme, araştırma, rapor vs kaynak bulmak mümkündür. Bu yazıda devletin bu süreçte ‘mülke el koyma’ uygulamasının aslında bir gelenek olduğu ve bunun ne anlama geldiği üzerinde durulacaktır. Özü şudur; yaşanan süreç, yakın tarihte Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşanan Ermeni Tehciri ile başlayan ve Cumhuriyet döneminde devam eden uygulamaların benzeri ve uzantısıdır. Diğer bir anlatımla, Anadolu coğrafyası bunun benzerlerine daha önce de şahit olmuştur.  

ERMENİ TEHCİRİ SONRASI ERMENİ MÜLKLERİNE EL KONULMA SÜRECİ

Batı dünyasında ortaya çıkan ve kısa bir sürede dünyayı etkisi altına alan milliyetçilik akımı, Osmanlı’nın bütün topluluklarını etkilediği gibi Müslüman unsurlarını da etkisi altına alacaktı. Osmanlı devletinin son yıllarında yaşanan siyasi gelişmeler, İttihat ve Terakki’nin siyasi söylemini İslamcılık ve Osmanlıcılık ekseninden Türkçülük akımına kaydırmış; yeni gelişen bu akım ayrıca çok sayıda fikir adamı tarafından da savunulmaya başlanmıştı.

Birinci Dünya Savaşı yılları, savaşa katılan bütün devletler ve özellikle de Osmanlı Devleti için çok zorlu yıllardı. Devlet, İttihatçıların yanlış tercihleri sonucunda savaşa itilmiş, bunun için ne var ne yok eldekilerin hepsi ortaya sürülmüştü. Osmanlı Devleti tam yedi cephede savaştı, sonunda bir milyondan fazla insanını ve topraklarının yüzde seksenini kaybetti. Ağır bir yıkım oldu, doğal olarak maliyeti de o derece büyüktü. Savaş devam ederken bir taraftan içeride yani Anadoluda yer yer isyanlar da oldu.  Devlet içeride çetelerle de savaşmak zorunda kaldı.  Bazı büyük devletlerin destek ve kışkırtmasıyla ortaya çıkan Ermeni çeteleri savaş sırasında halka ve güvenlik güçlerine saldırılar yapmaya, zaten bozuk olan düzeni daha da bozmaya başladılar. İttihatçılar bu sorunun radikal bir şekilde çözülmesi gerektiğini düşünüyorlardı.

Öteden beri Anadoluda yaşayan eski bir millet olan Ermeniler, özellikle Osmanlı ekonomisinde önemli bir yere sahiplerdi. Bazı bölgelerde daha yoğun olsa da, neredeyse Anadolunun her yerinde yaşıyorlar ve burjuvalaşma yolundaki küçük ticaret erbabı ile zanaat erbabının büyük bir kısmını oluşturuyorlardı. 19. yüzyılın sonlarına kadar Devletle bir sorunları yoktu, olmamıştı. Hatta Tercüme Odası, Şurayı Devlet, Meclisi Ayan gibi bir çok Devlet kurumunda üst düzey görevlerde bulunan Ermeniler vardı. Rahatça ibadetlerini yapabiliyorlar, kendi okullarına gidebiliyorlar ve kendi gazetelerini çıkabiliyorlardı. Ama yüzyılın sonlarında iyice güçlenen milliyetçilik akımından etkilendiler, kendi aralarında örgütlendiler, kışkırtmalar da başlayınca onlar için başka havalar esmeye başladı.

Savaştan önce başlayan bu farklı ve tehlikeli duruş, savaş sırasında Ruslarla işbirliği yapmalarına kadar vardı. Ermeni çeteleri, özellikle Doğu Anadolu’da köylere saldırmaya, insanları öldürmeye başladı. Doğuda devlet kurma hayali bu çetelerin isyanını besleyen en önemli hareket noktasıydı. Bu sırada Anadoluda kentlerde yaşayan Ermeni halkı ile Türk halkının arasında temelde büyük bir sorun gözükmüyordu. Yani birbirlerine düşmanca davranmıyorlar, ticaret ve komşuluk ilişkileri de devam ediyordu.  

Devleti yöneten İttihatçı kadro bu sorunu temelden çözmeye kararlıydı, onlara göre çetelerle tek tek savaşarak bu sorunun çözümü mümkün değildi. Sorunun kökünden halledilmesi gerekiyordu! Bunun için 1915 yılında çıkarılan bir kanunla Anadoluda yaşayan Ermenilerin tehcir edilmesine, yani yaşadıkları yerlerden çıkarılarak Suriyeye sürülmelerine karar verildi. Tehcire tabi tutulmak için suç işlemek, çetelerin eylemlerine katılmış olmak gerekli değildi; Ermeni olmak yeterliydi. Kanun yürürlüğe girdikten hemen sonra hızlı bir şekilde hareket edildi, bir hafta gibi kısa bir süre içerisinde sayısı bugün bile ihtilaf konusu olan yüzbinlerce Ermeni kolluk kuvvetleri eşliğinde yola çıkarıldı.

Savaş ortamı, iklim koşulları, salgın hastalıklar, çetelerin saldırması, zaman zaman devletin de himayesiyle yerel halkın toplu kıyımlar yapmaları gibi nedenlerle tehcir esnasında çok sayıda kayıplar oldu. Tehcirin nedenleri, etkisi günümüze kadar devam eden siyasal, sosyal ve ekonomik sonuçları uluslararası platformlarda halen tartışılmaktadır. Ermeni meselesinin, Kıbrıs meselesi gibi uzun bir süre daha gündemde kalıp, diplomatik bir sorun olarak varlığını devam ettireceği açıktır. Ancak yazımızın konusu bunları tartışmak değildir. Bu yazıda, tehcirden sonra Ermenilerin geride bıraktıkları mal varlıklarının akibeti ile Devletin yine benzer nedenlerle ötekileştirdiği azınlıkların malvarlıklarına yaptığı uygulamalar ele alınacaktır.  

Tehcirden hemen sonra geride kalan malların (emvali metruke) ne olacağı kararlaştırıldı, bunun için kanun çıkarıldı ve hızlı bir şekilde il ve ilçelerde komisyonlar kuruldu. Malların bir kısmı halka dağıtıldı, bir kısmı çok sembolik bedeller karşılığında tüccara devredildi. Bazı nitelikli mallar ve gayrımenkuller orduya verildi, özellikle büyük binalar ve kiliseler okul ve hapishaneye çevrildi. Satışlardan elde edilen gelirin bir kısmı da tehcirde Devletin yapmak zorunda kaldığı masraflar için kullanıldı. Ancak bu yapılan uygulamalar sadece görünen kısımla ilgili çok kısa bir durum özetiydi. Gerçekte ise yaşananlar faciadan farksızdı.

Tehcirden sonra Ermenilerin evleri büyük ölçüde yerli halka dağıtıldı, onlar iskan ettirildi. Dükkan ve mağazalardaki mallar ve evlerdeki birçok eşya ise yağmalandı. Hatta gömü bulmak amacıyla birçok Ermeni evinde kazılar yapıldı. Kolluk kuvvetlerinin gösterdiği çaba, yağmayı kısmen dahi olsa önlemeye yetmedi. Bu, Anadoluyu Türkleştirmek, serveti ve sermayeyi millileştirmek için bu önemli bir fırsattı ve nitekim öyle oldu. O sıralar yeni yeni filizlenmeye başlayan Anadolu ticaret burjuvazisi tarafından kurulan şirketler de bundan payını aldı. Çok sayıda mülk sembolik fiyatlarla bu şirketlere satıldı. Ermeni tüccarların alacak ve borçlarının tasfiyesi için komisyonlar kuruldu, yabancı banka ve tüccarlarla görüşmeler yapıldı. Ama Devlet bu konuda çok başarılı olamadı.

Tehcir nedeniyle el konulan mülklerin sayısı ve bunların ekonomik değerleri konusunda net bir tespit yapabilmek bugün için bile mümkün değildir. Bunun en önemli nedeni ise Emvali Metruke Komisyonlarının çok sağlıklı tespitler yapamaması ve bunların tuttuğu defterlerin tamamının da elde olmamasıdır. Ancak fikir vermesi açısından bazı rakamlara da değinmek gerekmektedir:

Tehcire tabi en büyük 18 vilayetten kalan boş bina 41.117 adettir. Bunlara araziler ve diğer küçük vilayetlerdeki taşınmazlar dahil değildir. Sadece Kilis Vilayetinde gönderilenlere ait toplam 303.951 dönüm arazi kalmıştır. Ev eşyaları ve ticaret emtiası bunların içinde küçük bir kalem olarak yer almaktadır. Ermenilerin bugünkü rakamlar baz alınarak  toplam maddi zararın 200 milyar dolar olduğu yolundaki iddiaları abartılı bulunsa da, hatırı sayılır bir tutarın maddi zarar olarak gerçekleştiği de açıktır.

Birinci Dünya Savaşının bitmesi ve Mondros Mütarekesinin imzalanmasından sonra kurulan Tevfik Paşa Hükümeti tarafından bu kez savaş suçlarını incelemek ve suçluları cezalandırmak amacıyla komisyonlar (Tedkiki Seyyiat) kuruldu. İttihatçıların ileri gelenleri yargılandı, bir kısmı cezalar aldı. Hükümet, Aralık 1918’de tehcire tabi tutulanların geri dönmelerini sağlamak amacıyla Kararname çıkardı. Gidenlerin çok az bir kısmı geri döndü, evleri devredildiği için geçici olarak başka yerlere yerleştirildiler. Zararlarının bir kısmı karşılandı. Ancak Kurtuluş Savaşının bitip Fransızlar ve Ruslarla anlaşmalar yapılmasından sonra tehcirden geri dönenler de yeniden ülkeyi terk ettiler. [1]

Geçen yüzyılın başlarında İttihat ve Terakki’yle filizlenen milliyetçi fikirler yeni devletin de kurucu ideolojisinin temel yapı taşlarından birini oluşturacaktı. Ancak kurulan yeni rejimin inşası için önce bir millet yaratmak, millet olmak zorunluydu. Bunun için toplumun her şeyden önce “homojenleştirilmesi“, Türk olmayan unsurlardan mümkün olduğunca arındırılması ve en önemlisi de sermayenin millileştirilmesi gerekiyordu. Oysa ekonominin tam olarak Türkleştirilmesi başarılamamıştı. II. Dünya Savaşı’nın zor koşullarında özellikle Istanbul’da ekonominin can damarları hala gayrimüslimlerin elindeydi. Bunun için bu kez farklı bir yöntem uygulamaya konulacaktı…  


[1]Ayrıntılı bilgi için bkz. Bülent BAKAR, ”Ermeni Tehciri ve Uygulaması” Yayımlanmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, 2003

     Tayfun EROĞLU, ”Tehcirden Milli Mücadeleye Ermeni Malları (1915-1922)” Yayımlanmamış Y. Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, 2008